30 Temmuz 2012 Pazartesi

Bu Ne Öfke


Elime bir gazete aldýðým yahut akþam TV haberlerini seyretmeye niyetlendiðimde bir tuhaf oluyorum, bakasým gelmiyor. Ýnsanýn tüylerini diken diken eden vahþice olaylar okuyacaðým ya da seyredeceðim diye adeta ödüm kopuyor. Anlayamadýðým nokta þu: Neden insanlar, birbirlerinin yaþamýna kastedecek kadar bir öfke taþkýnlýðý içindeler? Sebebi ortada, bir çöküntü içindeyiz. Küçüðün büyüðe saygýsý kalmadý, büyük de küçüðe þevkatli davranmýyor. Onu incitiyor. Ruhunu acýtýyor.
Acýmasýzca çalýþtýrmasýný iyi biliyor. Trafik ýþýklarýnda bu gerçeði görebilmemiz mümkün.

Arabalara adeta saldýrýyorlar. Acýyorsunuz, ama yine de onlarýn ellerinden kurtulabilmeniz mümkün olmuyor. Sonuçta üç beþ kuruþ verip yakanýzý kurtarabiliyorsunuz.
Siz ne dersiniz, nasýl karþýlarsýnýz bilemiyorum, ama ben toplumun deðer yargýlarýný bariz bir biçimde kaybedip tükettiðini düþünüyorum. Herhalde, alt beyin faaliyetleri yoðunlaþtýkça ‘þeytanlarý’ azýyor. Baksanýza birbirlerini kýþkýrtýyorlar. Bunun baþka türlü izahý yok çünkü. Psikanaliz de zaten bilinçaltýndaki çatýþmalarý, gerilimleri, özlemleri ve arzularý deþifre etmeye bu varsayýmla yaklaþmýyor mu?
Sanki bir kitle olarak iyilik/güzellik/yardýma muhtaç olana el uzatma/hataya hoþgörü ile yaklaþma/önce kardeþini düþünme/açýn karþýsýnda tok olmama/þahsiyetli olabilme/ vakar/onur gibi hasletleri erimiþ, tükenmiþ; yerini kin/nefret/dedikodu/intikam/töreler vs. gibi olumsuz duygulara býrakmýþ. Bir amaç uðruna herþeyi yapabilecek duruma gelmiþler.

Kadýna þiddet olaylarý bitip tükenmek bilmiyor. Bu tür olaylarý televizyonda izlediðimde bir hayli endiþelendim, kendime gelemedim diyebilirim.
Ne oluyor da taraftarlar maç sonrasý tribünlerden söktükleri koca koca kanepeleri düþmanlarýnýn kafasýna bir hýrsla fýrlatabiliyorlar?
Kanaatim, toplum olarak bazý þeylerin sonucunu olgunlukla kabullenmeyi öðrenemediðimiz sürece, bu kargaþa/anarþinin sona ermeyeceðidir.
Dikkât edelim, belki farkýnda deðiliz, bu öfkeli, bu ilkel, kindar yapýmýzla Allah Rasulü’nün (s.a.v) öncesindeki, hiç beðenmediðimiz, dudak büktüðümüz cahiliye dönemlerine dönmek üzereyiz. Vakit geçmeden ya kendimizi süratle toparlar, ince, hassas duygulara sahip oluruz ya da ahlak bizi iyiden iyiye terk eder.

Özü Sözü Bir Olmak


Siz hiç içeriði yazý baþlýðýna uymayan ya da baþlýðýn içindeki konularla örtüþmediði bir makaleyi okudunuz mu?

“Hayýr, bu akýl iþi deðil; olursa bir anlam ifade etmez” dersiniz. Beklenen bir yanýt böyle olmalýdýr.

Gerçekten de öyledir.

Aksi söylenseydi, bir þey ifade etmeyecekti. Okuyan, anlamsýz, iþin içinden çýkýlmaz çeþitli suallerle baþ baþa kalýrdý.

Ayný þekilde, kiþinin de saðlýklý, bilinçli bir halde yaþayabilmesi, inanýlýr ve güvenilir olabilmesi için söylediði þeylerle yaptýðý iþlerin birbiriyle örtüþmesi, çeliþkili olmamasý da beklenir. Zira içi boþ, baþ döndürücü hayal türünden bir yýðýn laflar etmenin hiçbir anlamý yoktur ve çok doðal bir saptamadýr.

Toplumlar arasý yaþam düzeyinin normal olmasý, mutabakatýn temin edilebilmesi için fikirlerin örtüþmesi/uyuþmasý oldukça önemli bir yer tutar. Kitle psikolojisinin buna ihtiyacý vardýr. Toplumun daðýlmamasý ve sürekliliðini koruyabilmesi için bu faktör cidden önemlidir. Ayrýca anlaþmazlýklar olduðu sürece, ileriye doðru hamlelerin, üretici fikirlerin ortaya çýkmasý beklenemez. O halde en kýsa sürede arzu edilen özlemi yaratmak gereklidir.

Ýdol/eðitimci olarak kabul edilen bir mahalden beklenen hal de budur. Çünkü onlarýn varoluþsal özellikleri ve kapasiteleri, bir toplumun önünü açacak türdendir.

Þayet kiþinin düþüncesi ile yaþamý arasýnda tutarsýzlýklar mevcutsa, bu durum kendisine olan, inancý sarsar. Ayrýca takip edenlerine de zarar verir. Telafisi mümkün olmayan vahim durumlar, bu tür inanç yetersizliklerinden kaynaklanýr. Böyle bir insaný taklit etmek de çok tehlikeli olur.

Sistemle barýþýk olmayan hile, entrika, düþmanlýk, kýskançlýk gibi haller, mekârimi ahlak ile baðdaþamaz.

Cennet ve cehennem endiþesi veya kiþinin bulunduðu mertebeyi kaybetme korkusu, varoluþ prensipleri dikkate alýndýðýnda örtüþmeyen haller olarak göze batar.

En endiþe verici durumlar da bunlardýr.

Yozlasma


Müslüman bir ülke olmamýza raðmen toplum yaþamýnda zor bir dönemden geçiyoruz. Sanki imanýmýzý test eder durumdayýz. Ama nafile, inanç faktörünün en az devreye girdiði günlerden geçiyoruz. Bugüne deðin böylesine, güvensiz, istikrarsýz bir ortam, bu kadar kaygan bir zemin hiç görmemiþtim diyebilirim.
Büyükler küçüklere, bilenler bilmeyenlere güvenmiyor. Hýrsýzlýk soygunculuk baþýný almýþ gidiyor. Gerginliklerle dolu ve yanlýþ anlamalara gebe olan bir ortamdan Allah aþkýna söyler misiniz ne beklenebilir ki?
Örneðin, kimse verdiði sözde durmuyor. Herkes diken üstünde, stresli, sanki burnundan soluyor. Kaza ile birilerinin bir yerlerine dokunulsa, anýnda homurdanmalar baþlýyor.
Belki iyi niyetli insanlar bir þeyler yapmaya çalýþýyorlar, ama bu çabalar da amacýna ulaþamýyor.
Birileri sanki uzayda, baþka bir gezegende yaþayan bizim gibi kimyasal canlýlarý keþfetmek üzere. Buradan anlaþýlacaðý üzere, bazý eylemlerin seçeneði kiþilerin elindeymiþ gibi bir izlenim ortaya çýkýyor. Ayrýca bu kiþiler tepede bir yerlerde oturup ikide bir hiç de mantýklý bir gerekçesi, amacý olmayan kýsa süreli kararlarý alýp uygulamaya koyuyor.
Temel ahlâk felsefesi o nedenle çökmüþ, sokakta ki adam ne gerçekçi düþünebiliyor, ne de karar verebiliyor. Bir haným asla tek baþýna dolaþamýyor. Ekranlarýmýz kan revan içinde, göz gözü görmüyor. Diziler, çocuklarýmýzý eli tabancalý katillere özendirmekte. Aile mahremiyeti tamamen felç olmuþ durumda.
Böyle olduðu halde, yine de kimse hayal dünyasýndaki yerinden taviz vermiyor.
Ýstikrarsýzlýk, yaþamýn her kesitini kapsama alaný içine almýþ durumda.
Bu sallantýlý haller kime keyif veriyor dersiniz, bilemiyorum; ama bu tür iliþkilerden son derece ürkmüþ durumdayým.
Belki de toplum olarak bunu hak ediyoruz. Baþýmýza gelenin, samimiyetsizliðimizin/yetersizliðimizin bir eseri olabileceði kanaatindeyim. Þu sýralar kimin ne yapmaya çalýþtýðýný anlamaya çalýþýyorum. Ancak, büyük bir marifet gibi sergilenen bu yozlaþma hareketinin de mutlaka deðiþmesi gerektiðini düþünüyorum.

Beden Zanni


Yaþarken farkýna bile varamadýðýmýz ne çok þey var aslýnda. Sadece kendi penceremizden baktýðýmýz olaylar, kendi seyrimizi yaptýðýmýz hayatýmýzdan görünenler…

Herkes kendi donanýmýyla kendi very tabanýyla karþýlar hayatý. Dolayýsý ile nasýl herkesinfarklý bir hayatý varsa farklý da bir dünyasý vardýr. Her insan kendi kapasitesince fiiller ortaya koyar. Beyine giren bir takým veriler ve beyindeki yine kiþinin veri tabanýna gore oluþmuþ benliðine, þartlanmýþlýklarýna, var olan duygularýna gore iþlenen ve bu verilerin ortaya çýkardýðý davranýþlar zinciridir kiþinin hayatý….

Bunun sonucu olarak da bizim görüyor algýlýyoruz dediðimiz hiç bir þeyi aslýnda tam olarak görebilmiþ deðiliz. Görmek demek bizim anladýðýmýz görmek gibi gerçekleþmiyor beynimizde, bizim gördüðümüzü zannettiðimiz etrafýmýz çevremiz aslýnda sadece beynimizde, kendi beynimizin þekillendirmesi. Herþey bütün gördüklerimiz bizimle ilgili bizden yansýyanlar. En baþtaki söylem gibi aslýnda yaþarken ne çok farkýna varmadýðýmýz þeyler kaçýrýyorz. Ne çok yanýlgýlara düþüyoruz. Yanýlgýlarýn en temel sebebi de kýsýtlý algý araçlarýmýzla beþ duyumuzla hayatý yorumlamaya çalýþmak. Karþýlaþtýðmýzý her durum bu þekilde analiz etme alýþkanlýðý. Sonuçta da gördüðümüzü gerçek zannedip görmediðimizi yok saymak, sanmak… sanýlarla yaþamak. Bunun bize yaþatacaðý sonuçsa kendimizi sýnýrlamak. Maddeden ibaret olmadýðýmýzý unutmak. Gücümüzün potansiyelimizin farkýna varamamak ve bunlarý açýða çýkarýp kullanmadan boyut deðiþtirmek. O boyuttaysa bugün var sanýp deðer verdiklerimiz uðruna heba etitðimiz herþeyin bizi nasýl yaktýðýný görmek, ev rensel gerçeklerin yerine localize verileri koyduðumuzu görerek en derin piþmanlýklarý yaþamak.  Yaþadýðýmýz bu boyutta geçireceðimiz zamanýn kýsalðý o kadar net ki, ayetle sabit ki (Naziat suresi son ayet) Bize verilen ömür ve beden ile kendimizi sýnýrlamamak, ölüm ötesi boyutta geçiþ surecine hazýrlanabilmek için geçerli araç olarak görmek en doðru þekilde hazýrlanmak amacýmýz olmalý   Verilen nimeti degerlendirmek de bu olmali bence...

Zerre Küllün Aynasidir


Holografi, bir objenin lazer ve yarý saydam ayna vasýtasý ile yapýlan üç boyutlu gerçek kaydýdýr.

Hologram ise bu kaydýn üç boyutlu görüntüsüne verilen isimdir. Yunanca “Holos” ,”Tam görüntü” ve “Gram”,”Yazýlý” sözcüklerinin birleþmesinden oluþmaktadýr.

Kýsaca holografik teknik :

Hologram’ý oluþturulmak istenen nesneye yarý saydam bir aynaya yöneltilen lazer ýþýk demetinin(tek dalga boyunda ,daðýlmaksýzýn ýþýk üretebilen )aynadan geçen kýsmý yönlendirilir.Nesneye çarparak yansýyan bu ýþýk demeti fotoðraf filmi üzerine düþürülür .Yarý saydam aynadan geçemediði için yansýyan  ýþýk demetinin diðer yarýsý da  doðrudan fotoðraf filmi üzerine düþürülür ancak fotoðraf filmi üzerine düþürülen bu iki ýþýk demeti ayný anda filme ulaþamadýðý için  bu iki demet arasýnda faz farký oluþur.(Giriþim deseni oluþturan iki kaynak ayný anda dalga üretmezlerse aralarýnda bir faz farký oluþur. Mesela sað elimizin parmaðýný sol elimizin parmaðýndan sonra suya batýrarak periyodik dalgalar üretirsek, faz farký olan bir giriþim deseni elde ederiz. Parmaklarýmýz ayný anda suya batýp çýkarsa eþfazlý dalgalar üretiriz.)

Bu yöntemle oluþturulan  kaydýn iki önemli özelliði  bulunmaktadýr.

Bunlardan ilki ,üç boyutlu nesnenin tüm bilgisinin iki boyutlu bir düzleme aktarýlmasý sonrasý  iki boyutlu düzleme ýþýk çarptýðýnda nesnenin üç boyutlu görüntüsünün elde edilebilmesidir.

Ýkinci özellik ise iki boyutlu düzlemde kaydolan bilginin iki boyutlu düzlem kaç parçaya ayrýlýrsa ayrýlsýn tümünün tamamen korunabilmesidir.

Bu þöyle anlatýlabilir,gazetede gördüðünüz  herhangi bir fotoðrafý tutup yýrtarak iki parçaya ayýrdýðýnýzda fotoðraftaki bütününn bilgisi ikiye bölünmüþ olur ancak bir holografik kaydýn yapýldýðý film ikiye ve daha kaç parçaya  bölünürse bölünsün elde kalan parça tüm bilgiyi kapsar.

Bu noktada rasulullah’ýn bir hadisi holografik kayýtla birebir örtüþür.

“Zerre küllün aynasýdýr !”

Bu hadise göre en küçük parça dahi bütünün bilgisini taþýmaktadýr.

Beyin de  çalýþma þekli ile  bizlerin “hayatým” dediðimiz ses,görüntü,dokunma duyusu,koku ,tad gibi algý  bütünlüðümüzü de bir hologram gibi oluþturmaktadýr.Dolayýsý ile dýþ  ya da iç dünyamýz olduðundan emin olduðumuz evren ya da atom altý boyut diye adlandýrdýðýmýz herþey de yine bir hologram gibi oluþturulmaktadýr.

Nasýl mý ?

Gözlerimiz santimetrenin onbinde dördü ile onbinde yedisi arasýnda tiþtreþen dalga boylarýný algýlayabilmektedir.

Kulaklarýmýz onbin ile  onaltýbin hertz arasýndaki ses frekanslarýný algýlayabilmektedir.

Diðer duyularýmýzýn reseptörleri de yine belirli aralýklarý algýlayabilmektedir.

Beynimiz ,kendisine duyu organlarýmýz tarafýndan ulaþtýrýlan  ve yalnýzca belirli bir frekans aralýðý hükmündeki dalgalar beyinde sese ,görüntüye vb dönüþür.Bizler bunlarý hep içimizde ya da dýþýmýzda gibi algýlarýz ancak iç ve dýþ yoktur aslýnda .Kendide deðerlendirici bir frekans topluluðu  olan beynin bir takým frekanslara çizdiði resimler söz konusudur yalnýzca..Aynen bir holografik kayýt sonrasý üzerinde anlamsýz görünen binlerce dalga  giriþiminden oluþan giriþim desen kaydýnýn ýþýkla etkileþimi ile hologram görüntüsünün oluþmasý gibi beyinde etkileþtiði frekans aralýklarý ile her an yeniden çok boyutlu tek bir hologram oluþturmaktadýr.
 

Benliginden Kurtul


Yaþamý ve þu an içinde bulunduðumuz biyolojik bedeni akýl ile ele alýp deðerlendirenin, Ölüm diye adlandýrdýðýmýz binevi geçiþ süreci tam bir ahenk içinde geliþip, verimli oluþacaðý kaçýnýlmazdýr. Aksini düþünen Birey ise içinde parlayan ýþýðý henüz keþif edememiþ ve kapanmasýný tetikleyerek aydýnlanmasýný engelleyendir.

Ahiret hayatýna atacaðý merdivenin basamaklarý özünde mevcut iken, bireyin kendisinde bulunan , “O gizli bir hazine idi bilinmeyi irade etti ve bu nedenle evreni hak etti” diye seslenen sessiz haykýrýþýn ikâzýný gün ýþýðýna çýkarmaktaki zorlanmasýnýn sebebi aslýnda, bilinçsizce ve hatta bilincine kurban düþerek oluþturduðu bloke´nin ve kilitlenmiþliðin etkisidir diyebiliriz!.. Týpký bir kelebek etkisi gibi.. Göbek baðýný dünyasýndan koparamayan için gelecek hiç bir þey ifade etmez.. Nedir gelecek adý altýnda anladýðý?.. Geleceðine dahi bedensel prangasýyla sýnýr biçmiþtir.. Sahnesi tasarladýðý bir oyun sahasý.. Süresi oyununu oynamaya yetmeyecek kadar az!..

„Zira kiþi, verdiði yanlýþ hükümle beynini kilitler ve artýk o gerçekle yüz yüze gelse de onu deðerlendiremez!“  der Üstad Ahmed Hulûsi „Kilitlenmiþlik“ baþlýklý makâlesinde..

Varlýðýnýn yalnýzca madde´den oluþtuðunu iddia edenin sonuçlarý görüp idrak edemeyenin ödeyeceði hesaptýr deðerini deðerlendirememek.. Karþý  karþýya kalacaðýyla.. Kiminle?.. Kendisiyle yüzleþtiðinde.. Ne zaman?.. Her An..

Gerçeklik payýný red edemeyeceðimiz tek realite ile karþýlaþtýðýmýz zaman, geliþtirip benimsediðimiz dünyamýzdan ayrýlmanýn sonucu, edindigimiz bilgi ve uyguladigimiz çaliþmalara dayalýdýr!..

Tefekkürü engelleyen düþünceler üretildiði sürece hazmý kolaylaþtýrmayýp özündeki karþýlýksýz baðýþlanmýþ mirasdan uzaklaþmayý tetikleyen düþünceler kiþinin her zerresini sarmalayacaktýr. Oysa ki ahir zaman diye adlandýrdýðýmýz sürecin her an özümüzde var olduðunu ve iþlevini her an gördüðünü idrak edip sonsuzluðu yarattýðýmýz dünyada  geniþ kapsamlý fark edip gereðini yerine getirmektir.

Hücrelerimizde gökkuþaðý oluþturmak istiyorsak, hayatýn en baþarýlý ve iddialý icadý olan Benlikten kurtulma çalýþmalarýný uygulamaya geçirip, sonsuz yurdumuz ile buluþmanýn zevkini tatmalýyýz.. Bu oluþumdan yararlanmak ne sezgiler ile çözülebilir, ne varsayýmlar ile, ne de kelimelerin yetersizliði ile… Ancak ve ancak ürettiðimiz fikirlerin ardýndaki kýsýtlamalardan arýnarak gerçekleþir.. Iþte bu sebebledir ki Hakimiyeti yakalamak için ancak hazmetmek gerekir.. Hazmedip hazmýn hazmýný yaþayarak..

Beden Zanni


Yaþarken farkýna bile varamadýðýmýz ne çok þey var aslýnda. Sadece kendi penceremizden baktýðýmýz olaylar, kendi seyrimizi yaptýðýmýz hayatýmýzdan görünenler…

Herkes kendi donanýmýyla kendi very tabanýyla karþýlar hayatý. Dolayýsý ile nasýl herkesinfarklý bir hayatý varsa farklý da bir dünyasý vardýr. Her insan kendi kapasitesince fiiller ortaya koyar. Beyine giren bir takým veriler ve beyindeki yine kiþinin veri tabanýna gore oluþmuþ benliðine, þartlanmýþlýklarýna, var olan duygularýna gore iþlenen ve bu verilerin ortaya çýkardýðý davranýþlar zinciridir kiþinin hayatý….

Bunun sonucu olarak da bizim görüyor algýlýyoruz dediðimiz hiç bir þeyi aslýnda tam olarak görebilmiþ deðiliz. Görmek demek bizim anladýðýmýz görmek gibi gerçekleþmiyor beynimizde, bizim gördüðümüzü zannettiðimiz etrafýmýz çevremiz aslýnda sadece beynimizde, kendi beynimizin þekillendirmesi. Herþey bütün gördüklerimiz bizimle ilgili bizden yansýyanlar. En baþtaki söylem gibi aslýnda yaþarken ne çok farkýna varmadýðýmýz þeyler kaçýrýyorz. Ne çok yanýlgýlara düþüyoruz. Yanýlgýlarýn en temel sebebi de kýsýtlý algý araçlarýmýzla beþ duyumuzla hayatý yorumlamaya çalýþmak. Karþýlaþtýðmýzý her durum bu þekilde analiz etme alýþkanlýðý. Sonuçta da gördüðümüzü gerçek zannedip görmediðimizi yok saymak, sanmak… sanýlarla yaþamak. Bunun bize yaþatacaðý sonuçsa kendimizi sýnýrlamak. Maddeden ibaret olmadýðýmýzý unutmak. Gücümüzün potansiyelimizin farkýna varamamak ve bunlarý açýða çýkarýp kullanmadan boyut deðiþtirmek. O boyuttaysa bugün var sanýp deðer verdiklerimiz uðruna heba etitðimiz herþeyin bizi nasýl yaktýðýný görmek, ev rensel gerçeklerin yerine localize verileri koyduðumuzu görerek en derin piþmanlýklarý yaþamak.  Yaþadýðýmýz bu boyutta geçireceðimiz zamanýn kýsalðý o kadar net ki, ayetle sabit ki (Naziat suresi son ayet) Bize verilen ömür ve beden ile kendimizi sýnýrlamamak, ölüm ötesi boyutta geçiþ surecine hazýrlanabilmek için geçerli araç olarak görmek en doðru þekilde hazýrlanmak amacýmýz olmalý   Verilen nimeti degerlendirmek de bu olmali bence...

29 Temmuz 2012 Pazar

Burçlar


Hiç tanımadığımız, görmediğimiz, hiçbir iletişimde bulunmadığımız biri hakkında “Bu kişi nasıl biridir?” diye sorsalar, muhakkak ki verecek bir cevabımız, belirtebileceğimiz bir fikrimiz olmadığını söyleriz. Ki normal olan da budur…

Veya ilk defa tanıştığımız biri hakkında da ne diyebiliriz ki…

Ama Astroloji öyle mi? Size hemen o kişinin özellikleri hakkında epey bir şeyler söyleyecek, içi, dışı, ay burcu derken kafanızda pek çok resimler oluşturabilecektir. Ve o kişiyle tanışıklığınız ilerledikçe bunların pek çoğunun ne kadar isabetli olduğunu da hayretle seyredebileceksiniz.

Ve bunlar için de sorulacak tek bir soru, “BURC’UNUZ NEDİR?”

Şayet cevap; KOÇ burcuyum ise; bu kişi iyidir hoştur, ama çabuk parlar, savaşçı ruhludur. Önde olmak isteyecek, “ben yaparım, ben şöyleyim, ben, ben..” diyecek, sizi fazla dinlemeyecektir.

Burcum BOĞA diyen; bilin ki sağlamdır, güvenilirdir, her iş rahatlıkla teslim edilebilir. Gezmeci, eğlenceci, yemeci, içmeci, iyi dost ve sevgilidir. Çalışma enerjisi yüksek, para sevgisi fazladır.

Aldığınız cevap İKİZLER burcuyum ise; zekidir, yaratıcıdır, çabuk bıkar ve ikili oynayabilir. Konuşkandır, hareketlidir, birkaç şeyi aynı anda yapabilir, ona yetişmek kolay olmayabilir. Arkadaşlığı iyidir, ama devamlılık beklemeyin.

YENGEÇ burcuyum demişse; bilin ki duygusaldır, çekingendir, tedbirlidir, çabuk değişir. Sahiplenirse bırakmaz, koruyucu ve merhametlidir. Evcildir. Sevgi ve alaka bulunca eğlenceli ve sürprizli olacaktır.

Ben ASLAN burcuyum diyorsa; gururludur, merttir, cömerttir. Abartmayı, yüceltmeyi sever. Sevdiklerine sonsuz kol kanat gerer. Girdiği işin altından mutlaka başarıyla çıkar. Her şeyi iyi organize eder.

Cevap BAŞAK ise; titiz, detaycı, kuralcı ve evhamlı biri var karşınızda. Mükemmeli arar. Kibarlığı yaşar. Sürekli eleştirir. Mizahi ve taklitçidir.

TERAZİ burcuyum diyorsa; bir güzellik ve çekim gücü arayın mutlaka. Sevgi dolu, sanatçı ruhlu, uyumlu, sosyal, sakin görünen, çok konuşan çok da güçlü biridir o. Elde tutmak kolay olmaz.

AKREP burcu; gizemlidir, şehvetlidir. Gözleriyle deler geçer. Sessiz ve derinden her şeyi kontrol eder, hükmetmeye çalışır. Ona uyarsanız bir melek, yanlış yaparsanız düşman olur.

YAY burcuyum diyen kişi; ateşli, candan, samimi, fedakâr ve çok merhametlidir. Fazlasıyla abartmacı, her şeyi bilmeye gönüllü, bildiğini yayan, maceracı ve iyi bir yoldaştır.

OĞLAK burcu; ağır, dikkatli, şüpheci, düzenli ve disiplinli. Hemen samimi olmayacak, testinden geçebilene kapısını açacak, kariyer ve başarı peşinde olacaktır.

Benim burcum KOVA diyen; akıllıdır, akıl verir. Orijinaldir hep yaratır. Kolay beğenmez kimseyi ama insanlık için hedefleri vardır. Hükmedici ve tekdir daima.

BALIK burcu olan ise; ya dünyalı ya uzaylı, hayalci, romantik, son derece merhametli, bir o kadar empatikçi. Ressam olur, şair olur, piyanisttir, balerindir. Çabuk kararabilir dünyası…

Soruyorum şimdi size, BURCUNUZ NE?..

 

Dünyamızda Yaşıyoruz


Beyin, içindeki hayal dünyasında yaşar. Yaşanan her şey öyledir. O; kendindeki veri tabanı, önyargı ve şartlanmalara göre iyi, kötü, güzel, çirkin, doğru, yanlış, ahlaklı, ahlaksız gibi etiketleri yapıştırır. Böylelikle, bir olayı veya bir kişiyi aklımıza getirdiğimiz zaman onu o etiketlerle hatırlarız. Eğer o olay veya kişi bizi üzdüyse onu üzüntülü, sevindirdiyse de onu mutlu bir şekilde yâd ederiz. Yaşadığımız her şey,  cennet ve cehennemimiz oradadır. Kısacası, dünyada değil; dünyamızda yaşarız. Eğer onları etiketlemeden ’her şey yerli yerincedir, Rab her birimde dilediğini yapmaktadır ‘diye düşünürsek yanma, azap ve sıkıntıdan, yani cehennemimizden kurtulmuş oluruz. Eğer etiketlemeye devam edersek, cehennemimizi yaşamaya devam ederiz. Böylelikle muhteşem bilgi kitabımız Kur’ân’ın ve muhteşem beyin, kalplerimizin sevgilisi Resulullah efendimizin (s.a.v.) açıkladığına ‘B’ harfiyle iman etmemiş oluruz. Her birimi, her şeyi meydana getiren; Allah isimlerinin (esmâsının) açığa çıkışıdır. Var olan sadece Allah esmâsı özellikleridir. Dünyadan bir milyon üç yüz üç milyon defa daha büyük olan yıldız güneş gibi dört yüz milyar yıldızdan oluşan galaksiyi bilincimiz algılayamaz bile. Sonsuzluğu, sınırsızlığı algılayamayız bile. Bu galaksi gibi milyarlarca daha galaksi vardır evrende. Bunu açığa çıkaran ilim ve kudrettir. O’nun Zâtı hakkında konuşamayız. Çünkü biz bir esmâ açığa çıkışı olarak varız, o sonsuz ve sınırsızlığı kavrayamayız. Onun ilminden açığa çıkarmadığı, mutlak gaybdır (mutlak bilinmezliktir). Mutlak Zât, Allah ismiyle işaret edilendir. Dolayısıyla, dualar genellikle Subhaneke veya Subhanallah diye başlar.  İhlas suresindeki Lem yelid ve Lem yuled’i yaşayan, cehenneminden azad olur. Bizler kendi dünyalarımızda yaşadığımız için, dua ettiğimiz zaman Rabbimize dua ediyoruz…   

Günahlardan Arınma


                Bilerek veya bilmeyerek yapılan yanlışlar, kişinin ruhuna negatif yük olarak yüklenir. Yani, günah olarak yüklenir. İnsan ölümden sonra, günahları sebebiyle cehennem yaşantısı içinde yer alır. İşte, Hac’ cın en büyük amaçlarından bir tanesi yaşamı boyunca işlemiş olduğu günahlarının sıfırlanmasıdır. Bu görevi, yerine getiren kişinin, bütün günahları silinir. Doğduğu günkü gibi günahsız olur. Eğer, kişi günahlarının silinip silinmemesiyle ilgili kaygı duyarsa, işte o zaman en büyük günahı işlemiş olur. Bununla ilgili hadisler vardır. Bu ibadet çalışmasının, getireceği fayda o kadar büyüktür ki, hiçbir çalışma bunu sağlayamaz. Kabe’ ye gidecek bineği ve yiyecek azığı olan kimseye, bu ibadet çalışması farz kılınmıştır. İnsanların büyük bir kısmı, şu düşünceye sahiptir. Emekli olayım, çocuklarım evlensin, öyle giderim. Oysa, bu çok yanlış bir durumdur. Kabe’ ye giden diğer ülkelerin insanları, çok gençler. Bizim ülkemizden gidenler ise, oldukça yaşlıdırlar. Bunun yanında da, bayanların döndükten sonra başımı örtemem . O yüzden gidemiyorum, gibi şartlanmaları var. Şu anda, pek çok bayan namaz kılıyor, oruç tutuyor. Onların, birçoğunun da başı açık. Nasıl salçaları açık diye, diğer ibadetleri yerine getirmekten vazgeçmiyorlarsa. Aynı şekilde, bu görevi de yerine getirebilirler. Bu çalışmanın getirisi, o kadar büyük ki, böyle şartlanmalarla mahrum kalmamak gerekir. Kabe’ yi ziyaret yani, Umre her zaman yapılabilir. Fakat, Umre’nin sevabı daha azdır. Dünyanın altında, negatif ve pozitif radyasyon kanalları vardır. Bu pozitif akım kanallarının birleştiği yerlerden bir tanesi Kabe’ nin altıdır. Diğeri ise Kabe’ nin uzantısı olan Arafat’ ın altındadır. Dünyanın her yerinden gelmiş, milyonlarca insan beraber vakfe duası yaparlar. Günahlarından pişmanlık duyup, tövbe ederler. İşte o zaman, güçlü beyin dalgaları oluştururlar. Bu beyin dalgaları, o bölgenin radyasyonu ile birleşince, bütün günahları silinir. Kabe’ de yapılan çalışmalarla, eğer,  beyinde farklı açılımlar olduysa. Hayatınızı, Rasulallah Aleyhisselam’ ın açıkladığı gerçeklere göre, yaşamaya başlarsınız. Sizi, günaha götüren her şeyden uzak  durursunuz. Bunun karşılığı da, cennet yaşantısıdır.

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Çakralarımız


Sonsuzluğun muhteşem ruhu Resulullah efendimiz (s.a.v.) hadis-i şeriflerinde ‘’ Salât; müminin mirâcıdır, dinin direğidir,’’ diye buyurmuşlardır. O, İslâmın beş farzından biri olan yaşanası gerçekliktir. O; kılınmaz, ancak yaşanarak ikâme olunur. Yapılan son bilimsel araştırmalara göre; bedeni, zihni ve ruhu geliştiren yoga pozisyonlarının birçoğunun namazda olduğu keşfedilmiştir.  Beş pozisyon vardır; bunlar okunan dualarla birlikte bedene, zihne ve ruha büyük faydalar sağlamaktadırlar.  Bu beş pozisyonun her biri bedenimizdeki yedi çakrayı (enerji alanını) harekete geçirir. Örneğin, Tekbir ve Kıyam pozisyonunda göğsün üzerine konan ellerin dünyada öz-bilincimize yönlendiren ve kas sisteminin, cildin, bağırsakların, karaciğerin, pankreasın, safra kesesinin ve gözlerin sağlığını denetleyen Karın boşluğu ‘’çakrasını’’ aktif hale getirdiği söylenmektedir. Eller dua için açık olduklarında; aşk, uyum ve huzur duygularının merkezi, sevgi ve şefkati denetleyen Kalp ‘’çakrasını’’ aktif hale getirmektedirler. O; kalbi, akciğerleri, boyun altı bezini, bağışıklık sistemini ve kan dolaşımı sistemini de yönetmektedir. Ayrıca, Kur’ân okumanın da kan basıncını ve korkuları azalttığı kanıtlanmıştır. Yapılan araştırmalarda ‘A’, ‘E’ ve ‘U’ sesli harfleri telaffuz edilirken yapılan titreşimlerin de kalbi, akciğerleri ve tiroit, epifiz (pineal), hipofiz ve adrenal bezlerini uyardığı laboratuvar testleri esnasında keşfedilmiştir.   Rükû pozisyonu, yogadaki Öne Bükülme pozisyonuna benzerdir. Rükû; belin, kalçaların, bacakların ve baldırların kaslarını gerer ve kanın üst gövdeye doğru pompalanmasına olanak sağlar. Midenin, karnın ve böbreklerin kaslarını yumuşatır. Bu pozisyon; zihinsel toksinlerin serbest bırakılmalarına olanak sağlayarak bilhassa başa, gözlere, kulaklara, beyine ve akciğerlere, vücudun daha üst bölgelerine daha büyük bir kan akışı da ilerletmektedir. Secdenin kişinin etrafındaki evrenle ruhani bağlantısı olan ‘’Taç çakrayı’’ aktif hale getirdiği kanıtlanmıştır. Bu sinir yolu; beyin, sinir sistemi ve epifiz bezinin (pineal bezin) sağlığıyla da bağlantılıdır. Sağlıklı fonksiyonu, kişinin iç ve dış enerjilerini dengelemektedir. Secdede de bükülmekteyiz, böylece insan varlığını sürdürme temel içgüdülerini düzenleyen ‘’Kök çakrayı’’ aktif hale getiririz. Bu, mantıklı ve pozitif düşünmenin yanı sıra yüksek motivasyonlu yaşam bakışını geliştirmeye yardım eder; lenf ve iskelet sistemlerinin, prostatın, idrar torbasının ve adrenal bezlerinin sağlığını sürdürür. Nitekim Secde esnasında üreme organlarına yarar sağlayarak ve onları yumuşatarak ‘’Kuyruk sokumu çakrasını da (yani Sakral çakrayı da)’’ büküyoruz. Ayak parmaklarını, dizleri, kalçaları ve bacakları sabit tutan Oturuş pozisyonu, yogadaki Yıldırım pozisyonuna benzerdir. Haddinden fazla uykuya eğilimli olanlar için iyidir. Buna ilave olarak, bu pozisyon; hızlı sindirime yardımcı olur, karaciğeri zehirlerden arındırır ve kalın bağırsaktaki bağırsaklara ait hareketi harekete geçirir. “Boğaz çakrası” ise namazın bitişinde baş ilk önce sağ omuza, daha sonra da sol omuza döndürülerek aktif hale getirilmektedir. Bu sinir yolu; kişisel yaratıcılığı ve iletişimi etkileyerek boğaz, boyun, kollar, eller, bronşlar ve işitmeyle bağlantılıdır.

Misyonerlik Tehlikesi


Son zamanlarda, ülkemizdeki misyonerlik faaliyetlerinin geçen yıllara göre, mukayese edilmeyecek düzeyde bir artış göstermesi, dikkât çekicidir.
Bu, beklenen farklı konum, toplumumuzun inanç konusundaki laçkalığı/duyarsızlığı ile paralel bir gelişmedir. Uzun yıllara dayalı İslam’ın itibarını zedeleyecek ve hayal kırıklıklarını tetikleyebilecek bir durumdur. Ben, iflah olmaz iyimserliğimle bunu söylüyorsam, inanıyorum ve inanmaya da devam edeceğim demektir. Hiç kimse alınmasın düşüncem ve eldeki veriler bunun böyle olduğunu kanıtlamaktadır.
Temel konu olması gereken mistisizm bahsi, toplum yaşantısı içinde unutulanlar saflarında yer alıyorsa, sonucun da böyle olması mukadderdir.
Ve misyonerlik her ne kadar ciddi bir algılama, sıcak ilgi ortamı getirmese de bu aleni propagandanın ister istemez farklı kesimleri etkileyeceği, yıpratacağı korkusu bulunmaktadır.
Herhalde dua etmekten başka bir alternatif yok gibi görünüyor.
Dikkât çekici olan nokta, bu faaliyetlerin din mensupları tarafından değil de bazı kurumlar tarafından tespit edilmesi ve topluma yansıtılmasıdır.
Hıristiyanlığın yaygın olmadığı ülkelerde bu tip etkinliklere rastlamak mümkündür.
Ve artık meydanların boş kaldığı bu yıllarda hız kazanarak gizliden gizliye değil, aleni bir şekilde yapılmaktadır. Ne yazık ki bizler, bunun bile farkında olamıyoruz.
Sebebi ilgi duymamamızdır.
Misyonerliğin hedef aldığı kitle, öncelikle yardıma muhtaç kimselerden oluşmaktadır.  Ayrıca, inanç yetersizliği olan, İslâm kültür ve birikiminden yoksun, anne ve babaları tarafından yetiştirilmemiş ya da akla getirilmemiş gençleri bu kitlelere ilave edebilirsiniz.

Diğer yandan, ne kadar çaba gösterilirse gösterilsin, bu faaliyetlerin o kadar kolay neticelenemeyeceğini belirtmek isterim. Ancak bu tür çalışmalar; heva ve heves peşinde koşan, yaşamı sadece iyi insan olma hedefine odaklayan ve İslam inancına gereken saygıyı göstermekte duyarsız kalan toplumumuz için oldukça düşündürücü bir ibret vesilesidir, diyebilirim.

26 Temmuz 2012 Perşembe

Yenilenme


Çok yönlü Tecdid kavramı, kelime olarak yenilenme anlamına gelir. Orijinaline sadık kalarak yapılan her türlü buluşlar/çalışmalar bu alanda mütalâa edilmektedir. Bunun en son örneği geçtiğimiz yıllarda bir Amerikalı bilim adamının “iman” geni vardır şeklindeki açıklaması ile gündeme gelmişti.
Yeni bir akımın başlangıcı olarak kabul edilecek bu enteresan çalışma aslında tüm insanlığı alâkadar eder mahiyettedir. Birimin bilincini güçlendirmede alternatif buluşlar yaratmanın doğuracağı riskler, asla ihmal edilmemeli, tereddütsüz üzerine gidilmelidir. Bunun en önemli işareti, vicdan rahatlatma eğilimine dayanak sağlayacak olması gibi görünüyor. “Dünyayı, medenî buluşları yaratan cesaretli insanlar kurtarır” şiarıyla şahsen bu görüşe şiddetle katılıyor ve ayrıca icraatta bulunanları kutluyorum.
Aksini iddia eden ve yeniliği asla kabul etmeyen toplumlara ise Din şöyle seslenmektedir;
“...onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Çoğu zaman fâsık olmuş durumdadırlar.”
Elmalılı Hamdi Yazır’ın Kur’an mealine göre bu ayetin yorumu şöyledir;
“İnsan, hâdiselerin içinde sürüp giden bir hayatı müşahade etmek ister. Oysa zamanın geçmesiyle mü'min’in kalbinde derin yaralar açar. Bunun sebebi de teceddüdün/yenilenmenin yokluğudur. Eğer bir dini hayat kendini farklılaştıramaz, içine yeni tecrübeler katarak zenginleşemez ve yeni ifade yolları bulamaz ise insanlar ona olan ilgilerini yavaş yavaş kaybedebilir. Hatta bütünüyle yabancılaşabilir.”
İşin enteresan yanı İslâm âlemini bilime yönlendiren bu açıklamanın yaklaşık 8 yıl evvel ünlü düşünür araştırmacı/yazar Üstâd Ahmed Hulûsi tarafından söylenmesidir. Siz de kabul edersiniz ki bir batılı bilim adamı ile bir Türk düşünürün açıklamalarının çakışması tesadüfî olamaz. Tanrı kavramını tümden yok eden ve evrenin bir sistem üzerinde kurulu olduğunu ortaya çıkaran bu olguyu yabana atmak hiç de mantıklı olmasa gerek.

İnsanın İkiz Kardeşi


İlk olarak her şeyin bir başlangıcı ve bir sonu var diye öğretilmişti bizlere. Bugünkü bilgilerimize göre Evren’in bir başlangıcı vardı, ünlü bir fizikçinin dediği gibi “Başında uyuya kaldığımız ve ortasında uyandığımız bu filmin başlangıcını tahmin etmeye çalışıyorduk.” Bu söz konusu filmin adına big bang demiştik.  O kadar büyük bir yapıya sahipti ki bu sistem, kafamızda canlandıramıyorduk ve hala keşfedilmemiş bir çok sırrı, bir çok özelliği bulunmaktaydı bizlere göre. Onları da “karanlık” olarak isimlendirdik. Bilginin olmadığı yer karanlıktı bizler için. Hayata başka bir açıdan baktığımızda ise doğumla beraber İnsanın yaşam mücadelesi başlıyordu ki güncel bilgilerimiz artık bu mücadelenin anne karnında başladığını ifade ediyordu bizlere. Bilgi akıyordu her taraftan doğumla beraber yaşamı başlayan bireye. Her gün yeni bir şeyler öğreniyordu annesinden, babasından, kardeşinden, çevresinden… Sen ayrı bir bireysin diye kazımışlardı kafasına. Damarlarında asil kan akmaktaydı, bildiğini sandığı her şeyi bölmüşlerdi, parçalamışlardı, sınıflandırmışlardı. İyi vardı, kötü vardı, güzel vardı, çirkin vardı. Kimileri için ise Ar, Namus şişesi hayatta olma sebepleriydi. Kimi yapılar ise “seni” yerine “teni” sever olmuşlardı. Fakat hiç sorgulamıyordu öğrendiklerini, nereden gelmekteydiler, nereye gitmekteydiler, bu yaşamda olmalarındaki amaçları neydi, hedefleri neydi? Çoğu atalarının izi üzerineydiler, yalnız ya ataları yanlış iz üzerinde iseler !   Onları diğer canlılardan farklı kılan özellikleri olmaydı ama acaba bunlar neydi, bu özelliklere ulaşabilmek adına neler yapmak gerekliydi?  Sonuçta her  şey bir başlangıcı, bir sonu olduğu söylenmişti ya bizlere, fakat Kitabullah’taki bilgiler farklıydı, orada ne bir başlangıcı ne de bir sonu var yazmaktaydı. Özet olarak İşin aslına gelirsek, yıllar sonra arınmayı başaranlar öğrendiler ki   “Bir İkiz Kardeşlerinin Olduğunu…”

Açıklama: https://mail.google.com/mail/u/0/images/cleardot.gif

Ne Yana Dönersen Vechullah Karşındadır


"Ne yana dönersen vechullah karşındadır" şeklindeki Kuran bilgisi, insan olmanın farkındalığını ortaya koyma açısından fevkalâde dikkat çekicidir.
Mevlana da buna paralel bir şekilde, ona verilen kıymeti bakın nasıl dile getirmiş:
“Ey Allah kitabının örneği insanoğlu! Ey şahlık güzelliğinin aynası, mutlu varlık! Her şey sensin. Âlemde ne varsa, senden dışarı değil. Sen ne ararsan kendinde ara, çünkü her varlık sende...”
Bu kesin saptamalar, üstüne basa basa, Mutlak Yaratıcı’nın şerefli soylu ve yüksek değerlerin temsilcisi sayılan insana verdiği önemi, hayatın, sevginin, insan olmanın değerini, şartlanma ve değer yargılarının insanı ne derece kütleştirdiğini sınırladığını vurguluyor.
İnsan fedada bulunarak nefsini kurban ederek sadakatle yükümlüğünü de inşa eder. Toplum inşasının harcı olur. Kendine yüklenen değerleri taşıyabilir hatta vüsatinin dışına da çıkabilir.
Peki, sizler, bu üstün nitelikli olanların yanısıra, çevrenizdeki çok değişik ruh halini yansıtan ve bazı konularda büyük bir hata işlendiği inkâr edilemez olayları gördüğünüzde, acaba ne kadar etkilenip sızlanıyor, gerçeklerden ayrılabiliyor, kopabiliyorsunuz?
Özünüzden gelen bir uyarım size ulaşabiliyor, yardımcı olabiliyor mu?
“Bana açıkça söyleseydi bugün hâlâ onunla dost ve arkadaş olurduk” diyen bir dostunuz, önce ve sonrasında sizin için ne ifade ediyor?.. Kendinizi aldatılmış olarak mı görüyorsunuz? Kin ve nefret duyguları, bakış açınızı tümüyle etkileyebiliyor mu?

Yoksa tam aksine bütünüyle varlık seyri içinde misiniz?
Evet!..
Dilediği şeyin hemen olmasını isteyen, beklemeye asla tahammülü olmayan dışarıdaki adamın kendine göre haklı sebepleri olabilir.

Ancak ne var ki, Allah’a talip olan, basiret dolu gözlerle bakmayı hedefleyen, yani değerlendiren, önüne çıkan fırsatı tepmek istemeyenlerin bu şansı kalmamıştır.

Aksi takdirde onlar, bir daha altından kalkılamayacak kadar zarara uğramış olurlar.

Dikkatinizi çekmek isterim!

Nöronlar Arası Etkileşim


Beyin, Allah ismiyle işaret edilenin özelliklerinin ortaya çıktığı yapıya verilen addır. Beynimiz 100 trilyondan fazla nörondan ( yani sinir hücresinden) oluşan karmaşık bir yapıdır. Nöronlar birbirleriyle devamlı etkileşim halinde bulunarak, olumlu ya da olumsuz sinyalleri beynimize gönderirler. Bunun sonucunda da, kendimizi mutlu ya da mutsuz hissederiz. Beynin kapasitemizi arttırmak için nöronlar arasındaki etkileşimi arttırmamız gereklidir. Bunu da,  Allah isimlerini anarak; bir başka deyişle, zikirle gerçekleştirebiliriz. Ne kadar çok bunu yaparsak, o kadar çok beynimizin kapasitesini arttırmış oluruz. Beynimiz aynı zamanda da rabbimizdir, hakikat noktamız, esmâ mertebemizdir. Beynimiz için zaman ve mekân kavramlarının ötesinde, derindeki bir varlığın hükmünün, başka bir boyuttan gönderdiği yansıtımların girişim frekanslarını matematiksel yolla değerlendirerek gördüğümüz yapılara dönüştürücüsüdür de diyebiliriz.  Bugünkü bilimsel verilere göre, beynimiz kendi hologram dünyasında yaşamaktadır. Bir kişinin kendi dünyasında yaşadıkları, bir diğer kişininkine hiç benzememektedir. Ayrıca bugün son verilere göre kanıtlanmıştır ki, beynimizde düşündüğümüz şeyi yapmak için 6 saniye sonra harekete geçiyoruz. Son yapılan araştırmalar göre, beynimizdeki korku merkezi Amigdala’nın seri katillerde normal insandan biraz daha küçük olduğu kanıtlanmıştır. Ayrıca, beynimizdeki Epifiz bezinin (Pineal bezinin) beynimizin maneviyata açılan kapısı olduğu ispat edilmiştir. Bu bez; üçüncü göz diye tabir edilen, iki kaşımız arasında bulunan taç çakrayı (enerji merkezini) da harekete geçirir. Böylece, ilmi ve ilmi konulara karşı ilgimiz derinden artar.  Beynimiz, bilimsel araştırmalar ve verilerle yakından ilişkilidir. Beynimizin üstü Miyelin adı verilen gri renkli, yağlı bir maddeyle kaplıdır. Beynimizin iki yarı küresi ya da lobu vardır. Konuşma, lisan merkezi sol lobdadır. Beynimizin sağ ve sol loblarının her ikisinin de işlevi aynı gibi görünse de; değişik faaliyetlerde bazı insanlar sağ lobu ve bazı insanlar da sol lobu daha etkin kullanırlar. Sağ ve sol lobdan hangisi baskın ise, kişi o özellikleri ön plana çıkararak hayatını sürdürür.  Beynimizin sol lobunun daha çok dünyevi hayatla ve sağ lobunun da daha çok manevi hayatla bağlantılı olduğu düşünülmektedir.    

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Stresle Basa Çikma


Evham, vesvese ve vehim yollu düşünce stres denen hastalığı meydana getiriyor biliyorsunuz. Akabinde bir baş ağrısıdır gidiyor. Kronikleşmiş hastalıklarda bu olguyu meydana getiriyor.
Mesela bunun kısırlıkla dahi bağlantısı var. Eşlerin psikolojik durumlarını bozar çünkü. Tedavilerini olumsuz yönde etkileyebilir.
Stresli bir insanda duygusal inişler çıkışlar yaşanabilir. Bu hareketler hiç tasvip edilmez. Sıkıntı içinde yaşayan insan günlük olayları rahat bir şekilde takip edemez. Çünkü karmaşıklık içindedir. Daimi bir yalnızlık çeker. Bu durumdaki bir insanla diyaloğa girmeyi kimse istemez. Haliyle hastalığı olan bir kimsede toplumdan uzaklaşmak ister.
Stresli kimseler herhangi bir olaya konsantre olmakta zorlanır. En önemlisi kişi de unutkanlığın baş göstermesidir. O insan yapay işlere başvurur. Bu tür insanlar her yönlü olayları hiç bir alakası olmadığı halde kendisine bağlar. Bu konumun ne kadar büyük bir zorluk oluşturduğunu tahmin dahi edemezsiniz sevgili dostlarım.
Ayrıca bu durum istese de istemese de kişinin başına umulmadık işleri açabilir. Yorgun, huzursuz ve aşırı kaygılı olma hallerinden kurtulabilmek, daha kötüye gitmemek, sağlıklı bir yaşama geçebilmek, sakinleşmek için bir hekime başvurmanız veya dini inançlara sahip iseniz bol bol namaz kılmanız ve bunun yanında inanın ya da inanmayın zikir yapmanız “Allah’ı sıkça zikretmeniz” gerekir diyebiliriz.
Bir insan seksen yıl yaşasa bu tür ibadetlerden faydalı olanı bulamaz. Çünkü yaptığı çalışmalar onunla birlikte öte yaşama geçecektir. Sonsuzlukta mutlaka onlardan faydalanmayı talep edecek ve bu isteği yerine gelecektir.
Yukarıda bahsini ettiğim bütün olumsuz yansımalar ancak bu tür çalışmalarla önlenir. Aksi takdirde gündem dışına çıkar ve göz kararı ile bazı gerçekleri bile saptayamaz hale gelir.
Toplum içinde o kişi asla bir itibar göremez. Sakil kalır. Hatta davranış bozukluğu şeklinde bir tanımlamaya neden olur. Sizlerin buna göre gerekeni yapmanız menfaatiniz icabıdır derim.

Bedenimizin Kölesiyiz


Her düşüncemizde, hareketimizde, bedene mahkûm olmamızdan ötürü bedelini çok kötü şekilde ödüyoruz. Bunun bir cinayet olduğunu dile getirirken en önemlisi şirki oluşturan bu anlayışın batın bölgesinden geldiğini artık sokaktaki çocuklar bile biliyor. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Dikkat çekici bu süreçler içinde çok basit olaylar karşısında dahi motivasyonumuzun, çok zayıf kaldığını fark ediyoruz. Basit bir şekilde anlatmak gerekirse, bizlere emanet olarak verilen beden bilincini terk edemiyorsak, bahsini ettiğimiz ve en büyük günah olarak kabul edilen bu nitelikten yakamızı sıyırabilmemiz, mahkûm olmamız işten bile değil. Bunu peşinen kabul edelim.
Beyinde mevcut bilinç ile beden anlayışı arasında ki net farkı algılayamamaktan kaynaklanan bir durum var ortada ve dinde çok olumsuz bir vasıf şeklinde anlatılıyor. Kendimizi yayma, rahatlık, aklımıza gelen her şeyi yapabilme, algılama sınırlılığı, bize kök söktüren bir hastalık haline gelmesinin altında hep bu illet var. Zihinsel fonksiyonları, kontrolü elimizden kaçırıyoruz. Tüm iyi niyetlerimize karşın, olaylara karşı çok zayıf kaldığımızı görüyoruz.
Sonuçta tek yönlü düşünce yapısı ile varacağımız sonuç da karamsarlıktan başka bir şey değil. Oysa değişmek, manevi bir desteğe sarılmak, pozitif bilimle hareket edebilmek, mahkûmiyetimizi önleyen faktörlerin başında gelir. Aksi takdirde çok kötü günler bizi bekleyebilir. Kendini bilen bir yapı gibi hareket etmek varken bizleri basite indirgeyen bu illetten kurtulmanın tek yolu beden anlayışından geçmek gerçeklere adım atabilmektir. Bizler önümüzde bize rehber olan evliyaları takip ederek, yapageldikleri hareketleri, sahip bulundukları ilmi ve vermek istedikleri mesajları çok dikkatlice değerlendirerek bu kıskaçtan kurtulabiliriz. Aksi takdirde işin içinden çıkılmaz bir hayat ve sonuçları bizi beklemektedir. Diğer anlatımla yazının başında anlatmak durumunda kaldığımız bu tür bir felsefenin hiç bir meşruiyetinin olmadığı açıktır.

Dinin Direği


Namaz dinin direğidir. Olmazsa olmazıdır. Önemli olanı anlamlarını bilerek kılınmasıdır bu bakımdan maun suresinde yazıklar olsun onlar, kılarlar ancak anlamını bilmezler demektedir. Bu ibadet türünün ilk hali ihsan halidir. Sen rabbini görmüyorsan da o seni görüyormuşçasına kıldığındır. Burada hareketlerin büyük önemi vardır. Allahu ekber diyerek başlanılır. Bu şekilde yapılan girişte HU ile aramdaki bütün perdeleri attım anlamına gelir. Daha sonra okunana “Sübhanekede vebihamdik” kelimesi büyük önem taşımaktadır. Bu kavram değerlendirme anlamına gelir. Akabinde mutlak surette fatiha, okunması gerekir. Fatiha’dan önce besmelenin çekilmesi gerekir. Ancak euzünun çekilmesi söz konusu değildir. Bu kavram bilgi kitabının okunuşundan evvel yapılır. İnsanı vehmi düşüncelerden uzak tutar.
Fatiha fetih manasına gelir. Kök hücre düşünün, ondan nasıl bütün organlar oluşturulabiliyorsa Fatiha’nın açılımından da tüm anlamlar yakalanabilir. Fatiha bu bakımdan büyük önem taşımaktadır.
Kıyam tüm evrende var olan birimlerin hakkın varlığı ile kaim olduğu bilincini yansıtır.
Rükû bu bilinci kabul etmek için yapılan bir harekettir. Belden aşağısının yere dik, belden yukarısının da yere paralel olması bu anlamı içermektedir.
Secde ise yokluğa işarettir. Sonuç olarak bütün bu hareketler Allahu ekber kavramı ile değerlendirilmek zorundadır. Yoksa iş tanrıya uzanır. Allah Rasulu (a.s.) özellikle sabah ve ikindiye dikkat etmiş, kılınmasını arzu etmiştir.
Kuşlukta kılınan birlemeye işarettir.
Öğlen ise fenafillâhı anlatmaktadır. Herhangi bir nesnenin gölgesinin olmayacağı bir zamanda güneşin en dik durumda olduğunun vakitte kılınandır.
İkindi ise salatu vusta denilen ve bahsedilen bir çalışma şekli olup bununla ilgili olarak Hz. Rasulullah’ın (a.s.) çok önemli uyarıları vardır.
Akşamda eda edileni teke dönüktür. Vitr beraber kılınan yatsı ise bu şuurda olanların kılabileceği bir şeydir. Vaciptir. Farz değildir. Bu hal ile sizlere çok basit bir düzeyde bu ibadet türü ilgili konuları yansıtmış oldum.
Şunu belirtmekte yarar var. Burada en önemli unsur bu ibadetin sonuçta miracı tetiklemesidir. Bunun anlamının çok iyi bilinmesi gerekir.

24 Temmuz 2012 Salı

İman Eden Kimse


Müslüman islâm merkezli biri olup sistemin tabiatına aykırı düşmeyen hareketlerin peşindedir.
Dinin hakikatini temel alan kabuller bu kavramın içeriği ile başlar. Karşı karşıya kaldığımız bu nitelik tam 14 asırdır bir dinin ferdlerinin temelde nasıl bir güzergâh izleyeceğini göstermektedir.
Tabii ki hataları olduğu gibi yol haritalarıda olacaktır. Bu sınıf her şeyi doğrudan doğruya inancıyla ilgilendirerek ele almakta olduğundan uzun zamandır kendi varoluş felsefesi dışına pek çıkamadılar diyebiliriz. İstisnaları dışında bu söylediğim doğrudur. Teyidi inaç sahibi bir kimsenin kolaylıkla veli olmaması yönündedir. Haliyle mistisizm bahsini ettiğim faktörü dikkate alarak bu zümreye istinaden “ey iman edenler, imanınızı yenileyin” demekten kendini alıkoyamadı.
Din ayrıca söz konusu konumu taklidi iman kategorisinde değerlendirirken, tahkikisinin de bulunduğunu, tahkiki imanın her türlü yıkıcı sapmaların önüne geçtiğini bildirmiştir.
Herkesin birbirinin kopyası olduğu, adeta sıradanlaştığı durumlarda bu çelişki her zaman güncelliğini korurken, tahkiki imanı bu kadar küçümsemenin, sıradan bir tercih olarak göstermenin bir yararı yoktur.
Tahkiki iman gerçek-rasyonel niteliğiyle gördüğü işlevlerle bizleri uyandırmakta akıl süzgecindan bazı faktörleri geçirmemize yardımcı olmaktadır. Bunu idrak etmenin sonucunda teslimiyet git gide artmakta, kaymalar ise iyiden iyiye azalmakatdır.
Aksi durumlarda inanç çözülümü olmakta kendini koruyanların haricinde, buna sözde iman sahiplerini de dâhil edebiliriz bir münafık sınıfı oluşmaktadır.
Onlara karşı bir eleştiriden söz edebilmek dahi mümkün değildir. Zira zihinsel bir kırılma içindeki bu ferdler, “nötr” olmak bir yana eksiye doğru yol almaya başlamışlardır.
İslam kurallarını harice taşıyarak dindar kisvesine bürünmüş bu kimseler nedense meşru olmanın sevinci ile yaşarlar.  Ancak gidecekleri yer hiç de iç acıcı değildir. Burda sorun taklidi imana kapılıp gerçeğini görememekten kaynaklanmaktadır. Ve asla çözülecek gibi de görünmemektedir.

Menfaat Dünyası


Menfaat dünyasında yaşamak ne kadar zor ve hazin bir durum, sizce de öyle değil mi?
Bunu düşünürken kendinizi bu aynada görüp değerlendiriyor musunuz?
Herhangi basit bir düzeyde ki işinizde bu kırıntı var mı?
Bütün bu soruları sorup dururken, arkamıza dönüp baktığımızda, kendimiz de dâhil, menfaatsiz hiçbir işin yapılmadığına tanık oluruz.
Beynimizin saklanmış bir köşesinde menfaatle tanımlanabilecek düşünceler mutlaka vardır, gizlice oraya sinmişlerdir. Ve bunları pek ara ara kullanılır. Ben bunun adına münafıklık diyorum. İçi başka dışı başka durumları vardır ortada. Çok kötü bir huydur.
Cehennemde kâfir diye bilinen ve gerçeği örtenlerin bir üst sınıfını teşkil ederler. Onlara güven duyulmaz. Toplum içinde saygın kimseler olarak tanınmazlar ve asla itibar görmezler. Bir anlam da dışlanırlar. Çünkü menfaatle yapılan yaklaşımlarda en büyük payı alırlar. Renklerini pek belli etmedikleri için fark edilmezler. Bu bakımdan onların ağızlarından çıkan “seni seviyorum” şeklindeki ifadeler dahi iyi analiz edilmelidir.
Muhakkak ki bu sınıf beklentiler ya da sahiplik duygusuyla ve kaybetmemek amacı ile yaşarlar. Zekice ama aptalca davranışlar içinde olan, içi başka yaşamı farklı olan insanlıktan yoksun kişilerin eylemleri bir süre sonra açığa çıkarken kimi zaman da kişiye ‘pes yani ’ dedirtebilir.
Din insanda karamsarlık, bazen de infial yaratan bu duruma, zekât, infak ve “kendinden önce karşındakini düşünme” şeklinde uyarılarla kesin bir müdahalede bulunuyor. Sosyal yaşantıda bunun adı empatidir. Pek tabi ki bu nitelikte bir yapının sonunda cennete gideceğini düşünemiyorsunuz haliyle sonuç aksi oluyor. Yani bir anlamda arınmanın yolunu böyle seçiyorlar.  
Şüphesiz inanç sahipleri onların yönlendirmelerinden boş şeylerden uzaklaşmasını iyi biliyorlar. Temennimiz bu tiplerle hiç karşılaşmamanızdır. Yoksa sizi bir çember içine almaları muhtemeldir.

Hz. Rasul


İnanç sahibi müslüman bir insan yazı başlığını görünce biraz irkilir. Kendine çeki düzen verir. Konuşmalarına dikkat eder ağzından çıkan kelamı değerlendirir.
Çünkü o en son nebidir. Nebilik kemalatı onunla son bulmuştur.
Bir hadisinde Allah Rasulü (a.s.) şöyle buyurmaktadır;
İbnu Münebbih’in anlattığına göre kendisi; “La ilahe illallah cennetin anahtarı değil mi dendi; ‘Evet öyledir, ama dişsiz anahtar olur mu? Dişleri olan anahtarın varsa, kapın açılır, yoksa kapalı kalır, açılmaz cevabını verdi” (Buhari-Cenaiz1)
Buna göre bir açıklama; “Sıradan bir insan nasıl bilebilir ki, nasıl idrak edebilir ki TEK’liği ve tanrısız bir seyri. Allah ismi ile işaret edilenin var olduğunu. Bunu ancak bilen, idrak eden ve bizzat yaşayan bilir ve anlatır. Dolayısı ile La ilahe illallah’ın dişleri ve kapıyı açacak anahtar olması onunla olur. Onu okumakla, onun anlattığı hakikati tekliği yaşamakla olur derken, bir başka yaklaşım ise şöyle; “Bilgi Rasulullah’ta açığa çıkar. ‘Vema erselnake illa rahmeten lil alemin’ ayeti bunun kanıtıdır. (Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik)
Haliyle Allah’a ve melaikeye ait potansiyel kuvve Rasulullah’ta yoğunlaştığı için, Allah kavramını en üst düzeyde açıklayan kendisi olacaktır. O bir anahtarın dişlisi mesabesindedir.
Hz. İsa Ahmed ismiyle Rasulullah’ı müjdelemiş eskiye oranla başka bir ekolün başlayacağına işaret etmiştir.
Günümüzde ve geçmişte ne yazık ki İslam’a inananlar Hz. İsa’yı bir nebi-Rasul olarak kabul etmelerine rağmen, onlar ani Hıristiyanlar maalesef Hz. Rasulullah’ı kabul etmeyip inat etmekte devam ediyorlar.
Esasen Hz. İsa Musevi dininin zirve ismidir.
Bir diğer enteresan yaklaşım, Ahmed’de bir mim’in oluşu, Mahmud’da iki mim’in bulunuşu Muhammed’de ise üç mim’in varlığı söz konusudur. Takdir edersiniz ki her bir isim yine ona aittir.
Ancak bu kategorik sıralamaya göre en değerli isim Ahmed olmaktadır.

Celâleddin-i Rumî


“Bugün Ahmed benim;

Ama dünkü Ahmed değil...

Bugün Anka benim;

Ama yemle beslenen kuşcağız değil!”
Bu dizeler, Mevlana Celâleddin-i Rumî ye ait...

Kayıtlardan ise şu hayat hikayesini öğreniyoruz:
30 Eylül 1207 (bazı kaynaklarda 1182) ‘de Belh’te (bugünkü Afganistan’ın sınırlarında bir şehir) dünyaya gelir Muhammed Celâleddin.
Adına kendisini sevenlerce eklenen Celalettin sıfatı ile tanınmıştır, Rumî ise, (Eskiden Anadolu yerine kullanılan) Rum illerinden Konya'da uzun süre kaldığı için aldığı bir lakaptır...
Soylu ve kültürlü bir aileye mensuptur. Annesi Belh Emiri Rükneddin'n kızı Mümine Hatun, Babası, Sultan-ül Ulema Muhammed Bahâeddin Veled’dir. Bahâeddin Veled'in nesebi, Hz. Hüseyin ve Hz. Ebu Bekir'e uzanmaktadır.
Çocuk denecek yaştayken, devrin büyük âlim ve sûfîsi olan babasının medrese derslerine devam eder. İlk manevi terbiyesini hayata bakışını ondan alır.

Dönemin ünlü mutasavvıflarıyla tanışılıp sohbetler edilir. Her insanın içindeki bilginin ona ait olduğu kanısı filizlenir. Kendi için muazzam bir yetişme vesilesidir bu ziyaretleri.

Nişabur ‘da Şeyh Feridüddin-i Attar, sohbet sırasında, O’nun alnındaki kemâli görüp ona Esrarnâme adli eserini hediye eder, babasına da “çok geçmeyecek ki, bu senin oğlun âlemin yüreği yanıklarının yüreğine ateşler salacaktır” der.
Hac dönüşü uğranan Şam ‘da da Muhyiddin -i Arâbi, Bahâeddin Veled ‘in arkasında yürüyen Celâleddin'e bakarak; “Subhanallah! Bir okyanus, bir denizin arkasında yürüyor...” demiştir.
Bizim kültürümüz de “bir ben var benden içeri” diye ifade edileni yaşayanlardan biridir o.
İslami Tasavvuf edebiyatının şâheseri olan Mesnevi, Çelebi Hüsâmeddin‘in ricâsı ile yazılmıştır. " Celâleddin, Onun cezbesi ile semâ ederken, ayakta, sükûnet ve hareket hâlinde, hamamda otururken, devamlı beyitler söyler, Çelebi Hüsâmeddin de süratle yazıp yüksek sesle ona okur." Böylece,1259-1261 yıllarında yazılmaya başlanan ünlü eser, 1264-1268 yılları arasında tamamlanır.

OKU!!!


Kuran kıssalar mecazlar ve sembollerle doludur. Önemli olanı sağlıklı yaklaşımlarla ne anlama geldiğini ifade ettiğini algılamaktır. Bu hemen kolay olmaz. Deneyim tecrübe ve hakikat bilgisi ister.
Şimdi size bu hususta yaklaşım yapabilmek amacıyla Allah’a teslim olmuş, bütün bağlılıklarını bırakabilmiş iyi niyet gösterilerinin geleneklerin kendisini dışta bıraktığını sezinlemiş birinden müslim olmuş Hızır as’dan bahsedeceğim.
Tutarlılığın bir örneği durumundaki Hızır (a.s) Allah'ın emri ile Musa Nebi'yi iki denizin birleştiği yerde buluşturan ve ona hocalık yapan insandır. İsmi yeşillik anlamına gelir. Oturduğu yer yeşerdiği için bu ismi aldığı çeşitli rivayetlerde geçmektedir. Dinsel bir söylem ondan “Biz ona katımızdan rahmet ve gizli ilim verdiğimiz kul” diye bahseder. Halen hayatta olup olmadığı İslâm âlimlerince tartışma konusu olmaktadır.
Ancak tasavvuf otoritelerine, yani bilen kişilere göre O dilediği anda görünür olmanın yanı sıra, ahiret yaşamına geçebiliyor ve arzu ettiği zaman dünyaya teşrif edebiliyor.
Onunla gördüğünü ve konuştuğunu belirten İbn-i Arabî niteliklerinden çok enteresan bir şekilde bahseder. Arabî’nin yaptığı görüşmeler kesin olarak görünen âlemde meydana gelmiştir. Ruhsal bir müşahede değildir.
Mistik uyarıda “Senden önce hiçbir beşere ebedi bir yaşam kılmadık” şeklindeki ibare, hayat/sonsuzluk suyunu içen Hızır Aleyhisselam gibi olağan üstü niteliklere sahip bir insana aittir.
İbn-i Arabî’nin yanı sıra değişik zaman birimlerinde hem Hz. Musa hem de Hz. Muhammed ile (s.a.v) teke tek konuşması anlatılanları ister istemez teyit eder mahiyettedir.
Açıkça itiraf etmek gerekirse bu onun bu hali fetih ve fethin bir basamağı ile alakalıdır.
Abdülkerim Ceyli Hz.lerinin İnsan-ı Kâmil adlı kitabında, Hızır (a.s.) in “Ben Musa'nın zahirinin hocasıyım” şeklindeki sözlerine yer vermesi onun ne kadar çok boyutlu bir mahal olduğunun bir göstergesidir.
Dikkat çekici nokta İlm-ü Ledün sahibi Hızır’in (a.s.)  Hz. Musa'yı birkaç kez imtihandan geçirmesi, onun üzerinde tasarruf etmesidir.
Musa gibi bir nebi/rasûlu sınamak ne demektir? Bu husus olayın vahamet boyutunu giderek arttırmaktadır.
Bu sırlara vakıf olabilmek için sırlarla dolu bilgi kitabını deşifre edebilmek gerekiyor.

Tasavvuf Ehli Sandıklarımız


Allah ehli olma yolunda eğitilen bir insan, bu felsefeye dayanarak bir gün varacağı son noktanın “hiç” olduğunu anlar. O nedenle ne yaparsa yapsın, bu konuma göre hazırlanmak, değerlerden, sürülerle yaşamayı öngören mekanizmadan kopmak, tevazu ile varlığını sürdürmek zorundadır. Böyle olunması bilindiği halde bunu görmezden gelen bir yığın tasavvuf ehli var ortalıkta.
Onlarla sürekli karşı karşıya gelmekten kurtulamıyoruz.  Herhalde hazırlıksız yakalanmaktan ötürü anlamakta zorluk çekiyor, bir sürü sorunlarla boğuşuyoruz.
Kimi şeyh kimi, derviş kılıklı tipler bunlar. Kendilerini başkalarından üstün hissetme hali ile yaşıyorlar. Sonuçta hayal görüyorlar. Herhalde bundan daha büyük bir aldanış, vahşet olamaz.
Bu görüntüler gözler önüne serildiğinde insan bir tuhaf hissediyor kendini. Elde edilen verilere göre konuştuğumuzda düşünce boyutlarıyla artık tasfiye edilmeleri gerektiğini söyleyebiliriz.
Oysa onlara bakılırsa takındıkları tavır için “Kibriya bu”, kibir değil diyorlar. Savunmaları böyle. Sanki eskiye dönüş sinyallerini veriyorlar, daha iyi olması gerekirken.
Diğer bir çelişki ise kimsenin bu tiplere çıkıp “sen ne yapıyorsun arkadaş” dememesi. Bazıları da kendini korumaya alıp, “ne olur ne olmaz” türünden hareketlere girişip olayın nihai şeklini almasını bekliyorlar. Malum kişiler bariz hata yapıp falsoları ortaya çıktıklarında biz söylemiş, tavrımızı belirtmiştik demeğe getirip, insanın kafasını ütülüyorlar. Bunlar tümüyle yanlış işler. Kendilerini bu yol ve şekille meşrulaştırmaya çalıştırmış olsalardı, eğitim vermek gibi bir yeteneklerinin olmadığı gerçeğine ulaşılıyor.
Fırsat varken balon gibi şişirilmiş bu türlerden kaçmak, adam gibi denileni yapmak, acelecilikten kaçınırken aynı zamanda doğruyu seçmek, ancak belli bir programı olan kişinin yapacağı şey olmalı.
Müslümanları çaresiz bir şekilde karşı karşıya bırakılmaması adına bu makaleyi kaleme alma zorunluluğunu hissettim.

Sürçü lisan ettiysem af fola. Lütfen beni bağışlayın.

Değerlerimiz


Zina bütün ahlaki değerleri topyekûn imha eden bir terminatör gibi. Onun toplumsal yaşamdaki çarpık ilişkilerin verdiği zararı anlatabilmek asla mümkün değil.
Bütün semavi dinler ve sosyal yaşam/hukuk düzen bu eylemi yasaklamış ve suç olarak kabul etmiştir.
Bu yönlü ilişkinin cezası yani recm, ilk etaplarda Kur'an ayetlerinin henüz tamamlanmaması nedeniyle Tevrat'ın hükümlerine göre uygulanmıştır.
Hadisler dikkatle incelendiğinde Allah Resûlü'nün (a.s.) bu cezaları uygulamadaki isteksizliği görülmektedir.
Toplum anlayışına göre en büyük suç gibi görülen zina, işlemi aslında dedikodudan 36 defa daha az şiddetlidir. Bu hususta neden zina olayının daha ağır olduğu anlayışına gelince, bireylerin bedensel yönlerinin ağır basması, doğduğu ve büyüdüğü yöre, dar kalıplar içinde kalarak şekilcilik ve detay üzerinde durmaları, bu hareketin bilinç düzeyinde önemli bir yer tutması sahiplik duygularının her zaman olduğu gibi bu konuda da ön plana çıkması şeklinde tanımlanabilir.
Gerekli din bilgisinden yoksun birine hangi suç daha ağır diye soru yöneltilseydi, eminim iki şey arasındaki tercihte hal ve duruş ve göz boyutuna hitap etmesi bakımından tereddütsüz  “zina” yanıtı alınırdı. Malesef dedikodunun acı ve rezil verici durumu göz ardı edilmektedir.
Ama hayali hükümlere dayanarak karar vermek, doğruları yansıtmak son derece yanlış bir tutum olsa gerek. Esasen İslâm dünyasının geri kalmışlığı da sırf bu nedenlere dayanır.
Kur'an ve O'nun tebliğcisi insanlığa bir rahmet olarak irsal edilmiş iken, ilahi kaynaklı bilgiler yerine, keyfi düşüncelerle doğru olanı seçmek sizce mantıklı olabilir mi?
Zinaya elbetteki hayır, ama dedikodunun ondan çok daha beter bir hal olduğunu hatırlatmakta yarar var. Bunu böyle gösterenler içinde, buna alet olanlar içinde büyük bir vebal bulunmaktadır.
Bir insanın rastgele değil, sağlıklı/düzgün, İslami inanca uygun bir şekilde dini hayatını yönlendirebilmesi, ancak Allah Rasûlünü tanımak/değerlendirebilmekle mümkün olur.
Şüphesiz bu bizlerin son kararı olmalıdır.

Ahlakın Beşer Olmayanı


Zihin ima ettiği değişimleri olumlu yönde bir çaba bir İhtiyaç olarak algılamamızı sağlar. Akıl iradi bir mukavemette bulunmadığında kendisi bunu düzenleyecek güçtedir.
Bu bağlamda özgürlük kavramı akla geldiğinde hemen her birimin çıkarlarından, faaliyetlerini kilitleyen, kemikleştiren güdülerinden kurtulması gerekiyor denebilir.
Geçen yüzyılın düşünürlerinden T.W.Adarno, bu kavram için şu anlamlı ifadeyi kullanmış. “Özgürlük de öğrenilmesi gereken bir şeydir…” Şayet ruhsal anlamda bu sözü değerlendirirsek, her şeyden önce gerçek özgürlüğe varabilmek için “beşeri ahlaktan” kurtulmamız söz konusudur.
Örneğin Hz. İsa’nın Petrosa “sen bir birim gibi düşünüyorsun, Allah gibi düşünmüyorsun” diyerek bu konuya ışık tutar.
Bizler bugün özgürlükten yoksun olduğumuzu düşünürken, “dışa olan bağımlılıktan kurtulmak, içsel bir hayatı tercih etmek” yerine daha ziyade, dış boyutta hareket kabiliyetimizi kısıtlayan düşüncelerden, hareketlerden kurtulmayı düşünüyoruz, bunu anlıyoruz.
Ancak istenilen bu değil. Daha değişik bir şey.
Bu aşamada ciddi ve önemli olan farklı adımları atmak, değişimi gerçekleştirmek ve bu âlemin olduğu hükmüne vararak, algılama kültürünü-evrensel yaşam karakterini bu boyuta göre kurmak gerekiyor

Bu çok önemli noktayı taklidi bir anlayışına dayalı yaşadığımız için ya hiç düşünmüyoruz veya bilmiyoruz. Bilgisizlikten kaynaklanan bir yaşamımız var.
Mistisizm bize bunu yanlışımızı hatırlatıyor. Şurası muhakkak ki varlık âlemi isimlerin açığa çıkışı ile var olduğuna göre, bir bileşim diğerini tetikliyor, yani egemenliği altına alır gibi oluyor.
Geçişte bu nedenle insanın kısıtlanması anlamına geliyor. Bundan tabi bir şey olamaz. Bu durumdan kurtulmak için esma genişliğine ulaşmak gerekiyor. Onun içinde belirli çalışmaları yapmak, eski tarzı terk edip değişikliğe girmek şart. O boyuta girdiğinde ne korku kalır, ne birey nede özgürlük talebi.
Çünkü sen olmazsın.
Baki kalan O’dur.

İnsanda Din ve Dua Etkisi


İnsan hayatında din ve duanın önemi büyüktür. Her insan bu kavramları hayatında önemle irdelemeli ve bu kavramların kendinde bulduğu yeri ciddiyetle değerlendirmelidir. Bir insan hayatında bu kavramlardan uzak kalmaz ve kalmamalıdır. Ayrıca insan ölümden sonraki hayata inanıyorsa bu olgulara önemle vurgu yapmalıdır. Bununla beraber hayatında bu tür şeyleri hiç önemsemeyen kişilerle de karşılaşabilirsiniz. Bunu hiç önemsememek ve kendimizi ele alarak sadece kendi açımızdan bu konuları yaşamımızda aramamız ve bulmamız gerekir. İnsan bunları içselleştiren ve kendinde bulan yapının adıdır aslında. Bir kişi kendisi için istediğini bir başkası içinde isteyebilmelidir. İsteyemiyorsa bile o kişi için kötü bir şey istemekten uzak durmalıdır. Dikkat ile bu tür hal ve tavırlardan hatta düşüncelerden kaçınmalıdır. Sevdikleri ile sevmedikleri arasında bir fark olmamalıdır. Çünkü istek ve sistem bir bütündür. Zaten Allah da kuluna istettiği bir şeyi ona vereceği için istetir. Yani aslında o şey olacaktır ve siz onu siz istediniz sanırsınız. Oysa gerçekte onu isteyen siz değilsinizdir. Yani sizde onu dileyen aslında yaratandır. Yaratanın dileği sizde açığa çıkmaktadır.  Çıkmayacak olsa sizde dilemesi söz konusu olur mu ? Hayır elbette bu durum işin mantığına aykırı olur. Siz ve sizin çevrenizde ki herkes, önce istemek nedir ? Bunu bilmelidir. Her insan kendi isteği sandığı şeyin aslında gerçekten kendi isteği mi ? Değil mi ? bunu önemle araştırmalıdır. Gerçekten ben bunu istedim mi ? Bunu istemem içinbana ait bana özel bir sebep var mı ? Yoksa bende benim derinliklerimde bir ses bana seslenerek bunu bende istetmiş olabilir mi ? Hiç böyle düşündünüz mü ? Bunları önemle ele almak ve süzmek gerekir.

Dinde Dua


Din, içinde yaşadığımız yaşam sistem ve düzenini açıklar. O, Allah sistem ve düzeni olan Sünnetullah’tır. Üç harften oluşan evrensel bir kelimedir. Temeli sevgidir ve selamete erişmektir. O, aslında evrenseldir. Çünkü her insan İslâmiyet fıtratı üzere doğar; onu değiştiren, Hristiyan ve Musevi hale getiren anne ve babasıdır.  Doğa kanunları denilen, fark ettiğimiz ya da fark edemediğimiz tüm kanunlar ve prensipler, gerçekte bu düzen ve sistemdir; bunları değerlendirmezsek veya dikkate almazsak sonuçta pişmanlık içinde bu davranışlarımızın neticesine katlanmak zorunda kalırız. ‘’Dua, müminin silahıdır. O, ibadetin özüdür’’, demiştir Resulullah efendimiz.  Bununla ilgili bir başka hadisleri de şöyledir: "Eğer kulum, bana ellerini kaldırır da ederse; ben o elleri boş olarak geri çevirmekten hayâ ederim. Ey Âdemoğlu, dualar senden, icabet benden; istiğfar senden, bağışlamak benden; tövbe senden, kabul etmek benden; şükür senden, fazlasıyla vermek benden; sabır senden, yardım benden. Ne istedin ki ben sana vermedim. Ben, kulumun zannı üzereyim. Artık dilediği gibi düşünsün.’’ Mumin sûresi 60.âyet, ‘’Bana dualarınızı yapın, size icabet edeyim’’ bu sözleri desteklemektedir. Bu konuda Hazreti Resulullah efendimiz buyurmuşlardır: ‘’ Herhangi bir kul, koltuğunun altı görülecek şekilde ellerini kaldırır ve Allah’tan bir dilekte bulunursa acele etmediği takdirde kesinlikle onun dualarına icabet edilir.— Acele nasıl olur yâ Resulullah? Ettim ettim de, kabul olmadı, der (de vazgeçer). İşte bu yanlıştır; o gerçekleşene kadar ısrar etmek gerekir.’’ Dualar her yerde edilebilir! Onun için özel bir yer aramaya gerek yoktur. İnsanın çalışma sistemi ve bulunduğu yerin manyetik alanı ile bulunduğu alandaki ışınsal ortam dualarla son derece alakalıdır. Duaları eden kişinin çevresindeki kişilerin beyin dalgaları, kendisininki ile birleşerek son derece güçlü dalgalar üretilebileceği gibi; toplu edilen dualar da büyük tesirler meydana getirir. Bu sebeptendir ki, Hazreti Resulullah efendimiz şöyle buyurmuşlardır: "Üç kişi bir araya geldikleri zaman, birlikte ettikleri duaları Allah geri çevirmez."

Beyin Gücünü Farket


Hepimiz dünyayı beş duyu vasıtası ile algılıyoruz, inanıyorum ki istisnalar hariç. Dünyada yaklaşık 7 milyar insan yaşarken ve genel olarak her beyinin aynı algılama araçlarını kullanarak algılar oluşurken diyebiliriz ki 7 milyar beyin var ve hepsi aynı duyu oranları ile algılayarak gözlemliyor ve çoklukta 7 milyarken özellik itibari ile hepsi aynı işlevi yapmasından dolayı 1 tek beyin var diyebiliriz.  Dolayısı ile yapı itibarinden kaynaklı; bir tek beş duyu ile algılama. Peki bu beş duyunun ötesine geçemez miyiz? Olanaksız değil , Efendimizin Muhammed Mustafa (s.a) , diğer resuller ve nebiler, Allah dostları diyerek işaret edilmiş veliler eminim ki bu kapasitenin üstünde bir yaşam boyutunu yaşamışlardır. Beyin gücü  ile alakalı olan bir işlemin neticesi olarak tüm tarif edemediğimiz, anlayamadığımız algı boyutlarında ortamlarından beş duyu ile algılanan ortama aktarılan bu işlevselliğe; mucize, keramet, gibi isimler ile işaret ederek o kişilerin özelliklerini anlatmaya çalışan bir çok hikaye ve kitaplarda yazılı olarak  örneklere rastlanabilir. Nitekim Kutsal Kitaplar’da ise bu işlevsellik açık açık dile getirilmiş ve anlatılmıştır. Peki biz bu işlevselliği kapasitemizin izin verdiği nispette hayatımıza nasıl katabiliriz, bir çok hadisin amacı ve birçok ayetin altında yatan büyük gizemlerden bir yönü de  beş duyunun ötesine geçebilme çalışmalarıdır. Bir çalışmaya başlarken ise öncesinde sürekli bir idman hali, antrenman hali bulunmaktadır.  Öyle ki bir şeyi ( bedeni olarak ) başarabilmemiz için yani yetenek adı altında ortaya çıkartabilmemiz için yapacağımız şeyi fiziki olarak tekrarı kadar hayali olarak tekrar da o şeyi gerçekleştirmede ki antrenmanda %100 etki gösterdiği bilimsel olarak artık kanıtlanmış durumda. Bu gücün kaynağı olan beynimiz daha nice özelik ve istidatlara sahipken günlük hayatımızda yaptığımız her türlü aynı fiziki ve hayalsi aktivite  aynı olmasından dolayı , tekrar olmasından kaynaklı yeni kapasite açılımlarına yer vermeksizin beynimizin kendisini tabiri caizse sürekli aynı ritim ve kapasite ile çalışmada kayıtlı ve kısıtlı olmasına maruz bırakıyor. Şu söylenilebilir ki bu işlevsellik sahip olduğumuz beyindeki sınırsız özeliklerden sadece bir yönü. Gücün kendisi olduğumuzu, kapasitemizin farkına varmamızı yeni açılımlar için yeni deneyimlere gebe olduğumuzu kendimize hatırlatmak her düşünen beyin için önemlidir. Her günü ve her anı gözden kendimizle özdeşleşebilme fırsatını bize sunan en güzel yöntemdir.